UCB- İmam Humeyni- Kırk Hadis Şerhi

  • 14 Aralık 2014
  • 1.501 kez görüntülendi.
UCB- İmam Humeyni- Kırk Hadis Şerhi

UCB

Ali b. Sevid diyor ki, Hz. Musa b. Cafer’den (as) ameli ifsad eden ucb (kendini beğenmek) hakkında sorunca, hazret şöyle buyurdu: “Ucb’un bir çok derecesi vardır. Bu derecelerden biri şudur, insana kendi kötü ameli süslü ve güzel gözükür, o da ucba kapılarak güzel amel ettiğini sanır. Bu derecelerden biri de şudur: Kul rabbine iman eder ve bununla Allah’a minnet etmeye kalkışır. Hâlbuki bu imanında Allah’ın ona minneti vardır, kulun değil.” (Kafi, C. 2., Kitabu’1-İman ve’1-Küfr, Babu’1-Ucb, 3. hadis.)

ŞERH

Ucb, ulemanın da (ra) buyurduğu gibi salih amelleri büyük ve çok saymak, bu yüzden oldukça sevinçli ve mutlu olmak, nazlanmak, kendisini taksir ve kusur haddinden münezzeh ve uzak kabullenmektir. Ama bu sevinç ve şadlık, Allah Teâlâ için tevazu ve alçak gönüllülük, bu tevfik sebebiyle Hakkın mukaddes zatına şükretmek ve bu nimet ve tevfîkin daha da bir artmasını istemek için olursa kesinlikle ucb değildir ve İslam’da övülmüş, methedilmiştir.

Büyük muhaddis Meclisi (ra), büyük alim Şeyh Bahauddin Amulî’den şöyle naklediyor: “Oruç ve teheccüd namazı gibi bir takım salih amelleri yerine getiren kimse kalbinde bir sevinç ve mutluluk hisseder. Öyleyse eğer busevinç ve şadlık Allah’ın kendisine ihsanda bulunduğunun ve nimet inayet ettiğinin (ki bu ihsan ve nimet salih ameldir) ifadesi ve dolayısıyla da bu nimetin azalacağı veya kendisinden geri alınacağı korkusuyla Allah’tan bu nimetini daha da bir arttırmasını talep etmekle birlikte olursa bu sevinç ve şadlık ucb değildir. Ama bu sevinç ve şadlık bu amelin kendisinden sadır olduğu, bu sıfata sadece kendisinin sahib bulunduğu, amellerini büyük gördüğü, ona itimad ettiği, kendisini kusur ve taksir haddinden münezzeh ve uzak gördüğü içinse, neticede bu salih amelleri sebebiyle Allah’a minnet etmeye kalkışıyorsa bu ucbdur.

Ama bu fakir diyor ki: Ucbun, zikredildiği şeklindeki tefsiri doğrudur. Ama bu amelleri kalbî ve kalıbî (zahirî) ameller diye genelleştirmek gerekir. Aynı zamanda bu ameller kabih ve hasen (iyi ve kötü) amelleri de içine almaktadır. Zira ucb, cevarihî (dış organlardan sadır olan) amellere varid olup onları fasid ve batıl kıldığı gibi, cevanihî (kalbî) amellere de sızmakta ve onları da aynı şekilde fasid ve batıl kılmaktadır. Aynı şekilde iyi haslet sahibi kendi hasletlerinden ucba kapıldığı gibi, uygunsuz amellerin sahibi de kendi hasletlerinden ucba kapılmaktadır. Nitekim bu hadis-i şerif de her iki amel çeşidini tasrih etmiş ve özellikle zikretmiştir. Zira insanların çoğu bundan habersizdir. Bu zikirden sonra Alah’ın izniyle her ikisinden de bahsedilecektir.

Yine bilinmelidir ki, ucb olmadığı ve övülmüş sıfatlardan sayıldığı söylenen sevinç de kişiden kişiye değişen nisbî bir-şeydir. Nitekim ilhak edilmiş fasılların birinde de beyan edilecektir.

Bil ki ucb için, hadis-i şerifte de yer aldığı gibi, bazı dereceler vardır.

Birinci derece: İman ve hak marifetler hususunda var olan ucbdur. Bunun mukabilinde ise küfür, şirk ve batıl inançlar hususunda var olan ucb yer alır.

İkinci derece: Fazıl melekeler ile övülmüş sıfatlar ucbudur. Bunu mukabilinde de kötülük, ahlak ve kabih melekeler

ucbu yer almaktadır.

Üçüncü derece: Salih ameller ve güzel fiiller ucbudur. Bunun mukabilinde de kabih ameller ve uygunsuz fiiller ucbu yer alır.

Bunların dışında da bazı dereceler vardır ki, bu makamda zikredilmeye değmez. Biz de inşaallah fasılların zımnında bu derecelere, bu derecelerin menşeîne ve bu dereceler için ilaç olabilecek şeylere kısaca bir işaret etmeye çalışacağız.

Ucb Mertebelerinde

Daha önceden zikredilen derecelerde ucb için birçok mertebeler vardır. Bu mertebelerden bazısı oldukça açık ve bellidir ki, insan çok az bir teveccüh ve iltifat neticesinde hemen anlayıp derkedebilir. Ama bu mertebelerden bazısı o kadar dakik ve zariftir ki, insan tam bir teftiş ve sahih bir dikkatle üzerine eğilmediği müddetçe derkedemez. Aynı şekilde bu mertebelerden bazısı diğer bazısından daha şiddetli, zor ve helak edicidir.

Hepsinden büyük ve helak edici olan birinci mertebe öyle bir haldir ki, insanda ucbun şiddeti vasıtasıyla peydahlanmaktadır. Burada insan, kendi kalbinde velinimetine ve maliku’l-mülûk’a karşı imanı veya diğer hasletleri sebebiyle minnet etme duygusuna kapılır. İmanı sebebiyle hak memleketinde bir genişlik ve Allah’ın dininde bir aydınlık vücuda gelince ya da şeriatı yayma, hidayet, irşad, emri bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker, had icrası, mihrab ve minberi sebebiyle Allah’ın dininde bir terakki oluşunca ya da müslümanların onun cemaatine gelmesi ve Hz. Hüseyin için matem ve yas tutmasıyla diyanette bir canlılık peydahlanınca, hemen bu sebeple Allah’a, mazlumların efendisi Hz. Hüseyin’e ve Resul-i Ekrem (sa)’e karşı minnet etme duygusuna kapılıyor. Bunu her ne kadar izhar etmese de kalbinde minnet etmeye kalkışıyor. Dinî işlerde Allah’ın kullarına minnet etmeye kalkışmak da bu babdandır. Mesela insan, vacip ve müstehab sadakalar veya fakir ve zayıfların elinden tutma hususunda onlara minnet etmeye kalkışır. Bazen bu minnet etme duygusu bizzat insanın kendisinden bile saklı ve gizli kalmaktadır. (İnsanların Allah’a minnet edemeyeceği, tam tersine Hakk Teala’nın mukaddes zatının onların üzerinde minneti olduğu bahsi, ikinci hadisin şerhinde sözkonusu edilmiştir). Bir diğer mertebe de şudur: Bazen de insan kalbinde varolan ucb sebebiyle Allah Teala’ya karşı nazlanmakta, işvelenmektedir. Bu, minnet etmekten başka birşeydir. Gerçi bazıları bu ikisi arasında hiçbir farkın bulunmadığına kail olmuşlardır. Bu makamın sahibi, kendisini Allah Teala’nın mahbubu saymakta ve sulukta mukarrebîn ve sabıkîn kimselerden olduğunu düşünmektedir. Hakkın velilerinin adı zikredilince veya mahbublar ve muhiblerden ya da cezbe kapılmış salikten bahsedilince kendisini onlardan saymaktadır. Aynı şekilde riya olarak kendi nefsini küçültmesi ve onun hilafını izharda bulunması da mümkündür. Veya kendisi için ispatlasın diye o makamı öyle bir şekilde kendisinden selbetmektedir ki, neticede isbatı gerektirmektedir. Eğer Allah Teala kendisini bir belaya duçar edecek olursa hemen “bela, yakınlık ve dostluk yüzündendir” davulunu çalmaya başlar. Arifler ile tasavvuf, sülük ve riyazet ehli olanlar, sair insanlara nisbeten bu tehlikeye daha çok yakındırlar.

Ucbun diğer bir derecesi de insanın iman veya melekeler ve amelleri sebebiyle Allah’ı kendine borçlu zannetmesi ve kendisini sevaba müstehak kabullenmesidir. Aynı şekilde Allah’ın, kendisini bu alemde aziz, ahirette de makamlar sahibi etmesi gerektiğini düşünmesi ve kendisini pak ve saf bir mü’min olarak bilmesidir. Böyle bir insan gaybe inanan mü’minlerin bahsi edilince başını şöyle bir sallar ve kalbinde şöyle düşünür: “Eğer Allah Teala bana adaletiyle bile muamele edecek olursa ben sevab ve ecre müstehak biriyim.” Hatta bazıları kabahat ve küstahlıkta daha da bir ileri giderek bu batıl kelamı açıkça dilleriyle de izhar ederler. Eğer kendisine herhangi bir bela ve rahatsızlık gelecek olursa, o zaman da kalbinde Allah’a itirazda bulunur. Mümini belaya mübtela eden, münafıka ise rızık veren adil Allah’ın işleri karşısında şaşkınlığa düşer. Batınında Allah Teala’ya ve O’nun takdirine karşı gazaplanır, öfkelenir, durur. Ama zahirde riyazet ve teslimiyet izharında bulunur. Kendi velinimetine gazabını, mahlûkata ise kaza ve kadere riyazetini takdim eder. Allah Teâlâ’nın bu dünyada müminleri bela ve zorluklara mübtela kıldığını duyunca kendi kalbine, kendine adeta başsağlığı dilemektedir. Ama münafıklardan da mübtela olanların çok olduğunu ve her mübtela olanın mü’min olmadığını bilememekte, idrak edememektedir.

Ucbun diğer bir mertebesi de insanın kendisini başkalarından üstün ve mümtaz kabullenmesidir. Böyle bir insan da mümin olmayanlara iman, mü’minlere imanın kemali, güzel sıfatlarla muttasıf olmayanlara bu sıfatlara sahip olma, vacipleri yerine getirmeyen ve haramlara mürtekip olanlara vaciplerle amel ve haramları terketme, sıradan insanlara ise müstehabları yerine getirme, cum’a ve cemaati kaçırmama, mekruhları terketme ve diğer menasıkları eda etme hususunda üstünlük taslamakta, kendisini üstün ve kâmil kabullenmekte dolayısıyla da kendisi için bir imtiyaz ve ayrıcalığa kail olmaktadır. Kendisine ve amellerine itimad etmekte, diğer mahlûkları ise değersiz ve nakıs saymaktadır. Tüm insanlara tahkir ve aşağılayıcı bir gözle bakmakta ve Allah’ın kullarını kalp veya diliyle ayıplamakta, kınamaktadır.Herkesi herhangi bir vesileyle Hakk’ın rahmet dergahından dışarı edip uzaklaştırarak rahmeti sadece kendisine ve kendisi gibi olanlara has kılmaya çalışmaktadır. Bu makamın sahibi öyle bir yere varır ki, artık başkalarından sadır olan tüm salih ameller hususunda dahi onlarla münakaşada bulunur ve kalbinde herhangi bir şekilde onu karalamaya, kendi amellerini ise münakaşa ve karalamadan uzak ve münezzeh bilmeye başlar. İnsanların güzel amellerini değersiz sayar. Ama aynı amel eğer kendisinden sadır olursa onu büyük görür. Başkalarının ayıp ve eksikliklerini çok dakik bir şekilde derkeder. Ama kendi ayıplarından gaflet eder. Bunların hepsi de ucbun alametlerindendir. Gerçi bizzat insanın kendisi de bundan gaflet etmektedir. Ucb için diğer bazı dereceler de vardır ki, bazılarını zikretmedik, diğer bazılarından ise mecburen sarf-ı nazar ettik.

Bazen Fesad ehli Kimselerin de Fesadları Hakkında Ucba Kapıldıklarının Beyanı

Ehl-i küfür ve nifak, müşrikler, mülhidler, kötü ahlak ve rezil meleke sahipleri, masiyet ve isyan ehli kimselerin işleri o noktaya varır ki, kendi küfür ve zındıklıklarıyla veya kötü ahlak ve helak edici amelleri sebebiyle de ucba kapılır, mutluluk izharında bulunurlar. Kendilerini bu sebepler taklidden uzak, özgür bir ruha sahip ve mevhumlara inanmayan kimseler olarak lanse ederler. Şehamet ve mertlik ehli olduklarını sanırlar ve Allah’a imanı vehmiyat, şeriatın emirleri doğrultusunda hareket etmeyi ise küçüklük bilirler. Güzel ahlak ve üstün melekelerin, nefsin zayıflığından ve zavallılığından olduğunu söylerler. Güzel ameller, menasık ve ibadetlerin, idrakin zayıflığı ve şuurların eksikliğinden olduğuna inanırlar. Dolayısıyla da kendilerini, vehmiyata inanmayan özgür bir ruha sahip olmak ve şeriatlere itina göstermemek sebebiyle medh ve senaya müstehak kimseler olarak kabullenirler. Kötü ve uygunsuz hasletler kalplerinde kökleşmiş ve ünsiyet edinmiş, göz ve kulaklarını doldurmuş, gözlerinde süs ve ziynet olarak tecelli etmiş olduğundan, bunların tümünün kemal olduğunu zannederler. Nitekim “ucbun derecelerinden biri de, kula kötü amellerin süslü gözükmesi ve bu sebeple o amelinin iyi olduğunu zannetmesidir” diye buyuran hadis-i şerif de işbu manaya işaret etmektedir. Bu hadis de şu ayete istinad etmektedir: “İşlediği kötü amel kendisine bezenen ve onu iyi gören adam, iyiyi kötüyü bilen gibi midir?” (Fatır, 8.)

Nitekim “iyi amel ettiğini zannediyor” ifadesi de Allah Teala’nın şu sözüne işaret etmektedir: “De ki: İşledikleri işler bakımından en fazla ziyan edenler kimlerdir haber vereyim mi size? Onlardır en fazla ziyan edenler ki, dünya yaşayışında bütün çalışmaları boşa gider. Halbuki onlar gerçekten de kendilerinin iyilik ettiklerini, iyi işlerde bulunduklarını sanırlardı. Onlardır kafir olanlar, rablerinin delillerini ve Ona ulaşacaklarını inkâr edenler. Bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve biz kıyamet günü onları hiç bir ölçüye vurmayız, onlara hiç bir değer vermeyiz.” (Kehf, 103-104.)

Halkı cahil ve habersiz, ama kendisini alim ve haberdar zanneden bu kesim, insanların en zavallısı ve kulların en bahtsızıdır. Nefs tabibleri böyle kimseler için ilaç bulabilmiş değiller. Davet ve nasihat bu şahıslara etki etmemektedir. Belki bazen ters etki bile yaratmaktadır. Bunlar burhan ve delile kulak vermiyorlar. Göz ve kulaklarını enbiyanın hidayeti, filozofların bürhanı ve alimlerin nasihati karşısında kapamakta, işitmek dahi istememekteler. İnsanı günahtan küfre, küfürden de küfrü sebebiyle ucba düşmeye sürükleyen nefsin hile ve şerrinden Alah’a sığınmak gerekir. Nefs ve şeytan, bazı günahları küçümsemek sebebiyle insanı o büyük masiyet ve günaha mübtela kılmaktadır. Kalpte kökleştikten ve insanın da onu küçümsemesinden sonra, ikinci ve nisbeten biraz daha büyük olan bir başka günaha mübtela kılmaktadır insanı. Bir kaç kez tekrardan sonra o günah da insanın gözünden düşer küçümsenir ve daha sonra da daha büyük günahlara mübtela olur.

Böylece insan adım adım yukarılara çıkmaktadır. Gitgide büyük günahlar da artık insanın gözünde küçülmektedir. Nitekim sonunda artık tüm günahlar gözünden düşmekte ve küçülmektedir. İlahî kanun ve şeriat, peygamber ve hatta Allah dahi gözünde küçülmekte ve sonunda insanı küfür ve zındıklığa, oradan da küfür ve zındıklığı ile ucba kapılmaya sürükler. Belki ileride bu konuda bazı hatırlatmalarda bulunulur.

Şeytanın Hilelerinin Ölçü ve Mizan Üzere Olduğu Beyanında

Günahları sebebiyle ucba kapılan kimselerin mertebe mertebe ileri gidip küfür ve zındıklığa varması gibi itaat ve taatte ucba kapılan kimseler de ucbun nakıs derecesinden ucbun en üstün mertebesine dek terakki etmektedirler. Nefs ve şeytanın kalpteki hile ve düzeni, ölçü ve mizan esası üzeredir. Nefs, takva ve Allah korkusu melekesine sahip olan sizlere hiç bir zaman cinayet ve zinayı teklif etmez. Hakeza, şerafet ve nefsanî taharet hasletine sahip kimselere de hırsızlık ve yol kesicîlik işini salık vermez.

 

İşin başında sizlere bu amel ve imanınız sebebiyle Allah’a minnet etmeye kalkışmanızı söylemez. Kendinizin mahbublar, muhibler ve ilahî dergâhın mukarrebleri zümresinden olduğunuzu ilan etmenizi de teklif etmez. İlk önce en küçük dereceden işe başlamakta ve kalbinize nüfuz edebilmenin yollarına başvurmaktadır. Sizleri müstehablar, zikirler ve virdler hususunda oldukça duyarlı ve hassas olmaya mecbur etmekte ve bunun zımnında masiyet ehli birisinin amelini de halinize münasip bir şekilde tecelli ettirmektedir. Sizlere şer”î ve aklî hükümler gereğince bu şahıstan üstün ve daha iyi olduğunuzu ilka etmektedir. Amellerinizin sizin necat vesileniz olduğunu, elhamdülillah pak ve pakize bulunduğunuzu ve günahlardan uzak ve berî olduğunuzu telkin edip durur.

Bundan da iki netice almaktadır, biri Allah’ın kullarına karşı kötümserlik ve diğeri de kendini beğenmişlik.. Ki her ikisi de insan için helak edici ve fesadların kaynağı durumundadır. Nefs ve şeytana deyin ki, bu günaha mübtela olan şahsın belki de öyle bir meleke veya ameli vardır ki, Allah Teala bu sebeple onu kendi rahmetine mazhar kılar ve hulk ve melekenin nuru o şahsa hidayet eder de sonunda akıbeti hayırlı olur. Belki bu şahsı Allah Teala günaha mübtela kılmıştır ki günahtan daha kötü olan ucba mübtela olmasın. Nitekim Kafî’de yer alan şu hadis-i şerif de bunu işaret etmektedir: “İmam Sadık (as) buyurdu ki; Allah Teala mümin için günahı ucbdan daha hayırlı bilmiştir. Aksi takdirde hiç bir mümini günaha mübtela kılmazdı.” (Kafi, C. 2., Kitabu’l-İman ve’l-Küfr, Babu’l-Ucb, 1. hadis. 98)

Ve belki ben bu kötümserliğim sebebiyle akıbeti kötü kimselerden olurum. Büyük şeyh ve kâmil arifimiz Şahabadî (ruhum ona feda olsun) buyuruyorlardı ki; “kalbinizde kafiri kınamanız da böyledir. Olabilir ki, fıtrat nuru ona hidayet eder de siz bu kötümserliğiniz sebebiyle akıbeti kötü kimselerden olursunuz.” iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, kalben kınamaktan başka birşeydir. Tam tersine buyuruyorlardı ki, “bu alemden küfür üzere göçeceği malum olmayan kafire lanet etmeyiniz. Belki giderken hidayet bulmuştur. O zaman onların ruhaniyeti sizlerin terakkiyatınıza mani olur.” Velhasıl nefs ve şeytan sizleri ucbun ilk mertebesine girmeye zorlamaktadır. Daha sonra da yavaş yavaş bu mertebeden başka bir mertebeye, o dereceden de bambaşka bir dereceye çıkarır. Sonunda insanı öyle bir dereceye vardırır ki, amel ve imanı sebebiyle kendi velinimetine ve Maliku’l-Mulûka minnet etmeye kalkar ve böylece de (ucbun) en son mertebesine ulaşmış olur.

Ucbun Fesadları

Bil ki ucb, zatı gereği insan için helak edici, yokluk getiricidir. İnsanın amel ve imanını yokluk rüzgârına vermekte ve fasid kılmaktadır. Nitekim ravi de bu hadis-i şerifte, ameli fasid eden ucbu sormuştur. İmam (as) onu bu derecesinin iman hususunda ucba kapılmak olduğunu belirtmiştir. Geçen hadis-i şerifte de okudun ki, ucb Allah katında günahtan daha büyüktür. Allah Teala da işte bu yüzden bazen mümini günaha mübtela kılmaktadır. Böylece onun ucbdan emanda olmasını istemektedir. Resul-i Ekrem de (sav) ucbu insanı helak edici şeylerden saymıştır: “Emali-yi Saduk”da yer aldığı şekliyle Emirul-Mü’minin’e ulaşan bir senedle Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Ucba mübtela olan kimse helak olur.” (Vesaliu’ş-Şia, C. 1. Ebvab-i Mukaddemat-i İbadat, sh. 78.)

Bu ucb ve sevincin berzah ve ölüm sonrasındaki suret ve tecessümü o kadar korkunçtur ki, diğer hiç bir korkuya benzememektedir. Galiba Resul-i Ekrem (sav)’in Emiru’l-Muminin’e ettiği vasiyetinde yer alan ifadesi de buna işaret etmektedir: “Hiç bir yalnızlık ucbdan daha korkunç değildir.” (Aynı bölüm, sh. 77.)

Musa b. İmran (ala nebiyyina ve âlihi’s-selam) şeytana şöyle sordu: “Bana, ademoğlu işlediği takdirde kendisine musallat ve hakim olduğun günahın ne olduğunu söyle.” Şeytan şöyle cevap verdi: “Kendi nefsi sebebiyle ucba kapıldığı, amellerini büyük, günahlarını ise küçük saydığı zaman.” (Kafi, Kitabu’l-İman ve’l-Küfr, Babu’l-Ucb, 8. hadis.)

Allah Teala Davud’a (as) şöyle buyurmaktadır: “Ey Davud, günahkarlara müjde ver ve sıddıkları korkut! Davud (as) arzetti: “Nasıl olur da onlara müjde vereyim, bunları ise korkutayım?” Allah Teala buyurdu: “Günahkârlara müjde ver ki, ben tevbeleri kabul ediyorum ve günahkarları bağışlıyorum. Sıddıkları da korkut ki, amellerinden ucba kapılmasınlar. Zira ki ben kullarımdan her kimi (adaletimle) hesaba çekecek olursam mutlaka helak olur.”

Sıddıkları ve onlardan daha da büyükleri helak eden hesab hususunda münakaşadan Allah’a sığınırım. Şeyh Sadukün Hisal’inde (Hisal, 3. bab, 86. hadis.) Hz. Sadık (as) vasıtasıyla nakledilen bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Şeytan diyor ki: Eğer üç şeyde ademoğluna galib gelecek olursam, artık her ne yaparsa yapsın korkmam. Zira ki, artık hiçbir şeyi kabul edilmez ondan! Amellerini büyük ve çok sayar, günahlarını unutur ve ucba mübtela olur.”

Ucb, duyduğun mefasidlerin yanısıra öyle de bir habis ağaçtır ki, meyvesi birçok büyük günah ve helak edicilerden sayılmaktadır. Kalpte şöyle bir yer edip kökleşince insanı küfür, şirk ve daha yukarılara sürüklemektedir.

Ucbun bir fesadı da günahları küçümsemektir. Bu yüzden de ucba mübtela olan bir insan kendini ıslah etmeyi aklından bile geçirmez ve kendini daima pak ve pakize olarak kabullenir. Hiçbir zaman kendini günahların pençesinden kurtarmayı düşünmez. Kendini beğenmişliğin kalın hicabı ve ucb perdesi, onu kendi kötülüğünü görmekten alıkor. Bu da insanı bütün kemallerden alıkoyan ve nakıs birtakım şeylere mübtela kılan büyük bir musibettir. İnsanı ebedî helaka duçar kılan ve nefs tabiblerini ilaç bulmaktan aciz bırakan feci bir felakettir.

Ucb, insanı kendi nefs ve amellerine itimad etmeye sevkeder. Bu da zavallı ve cahil insanın kendisini Hakk Teala’dan müstağni ve niyazsız görmesine ve Hakk Teala’nın fazlına teveccüh etmemesine sebep olur. Kuş kadar küçük beyniyle Allah Teala’nın kendisine ecir ve sevab vermesi gerektiğini düşünmektedir. Kendisine adalet üzere bile muamele edildiği takdirde (lütufla değil- çev.) sevaba müstahak olduğunu zannetmektedir. (Bundan sonra biraz da bu konu hakkında bahsedilecektir inşaallah).

Ucbun diğer bir fesadı da insanın Allah’ın kullarına hakaret gözüyle bakması, onların amellerini değersiz saymasıdır. Onların amelleri kendi amellerinden ne kadar iyi de olsa beğenmemekte, küçük saymaktadır. Bu da insanın helak yollarından biri olup yolunun dikeni konumundadır.

Ucbun diğer bir fesadı da insanı riyaya zorlamasıdır. Çünkü tabiatıyla kendi amellerini değersiz sayan, ahlakının bozuk ve fasid olduğunu kabullenen, imanının eksik olduğuna inanan ve zat, sıfat ve amelleriyle ucba kapılmayan bir-kimse kendisini ve varolan her şeyini değersiz sayar, dolayısıyla da gösteriş yapmaktan ve onları başkalarına göstermekten şiddetle ictinab eder, fasid ve bozuk metaını fuarda sergilemeye kalkışmaz. Ama kendisini kamil ve amellerini değerli kabullendiği takdirde hemen onu tecelli ettirmeye ve diğerlerine göstermeye kalkışır.

İkinci hadisin şerhinde riyanın fesad ve bozukluklarından uzun uzadıya bahsettik. Onların tümünü ucbun fesadları olarak da kabullenmek gerekir.

Ucbun diğer bir fesadı da bu rezil sıfatın insanda helak edici kibre yol açmasıdır. İnsanı tekebbür musibetine duçar kılmaktadır. (İnşaallah bundan sonra biraz da bundan bahsedilecektir). Ucbun bizzat kendisinden kaynaklanan (direkt-endirekt) bazı fesadların şerrinden ise, bahsin uzamasına sebep olacağından dolayı sarf-ı nazar ediyoruz.

Ucba mübtela olan şahıs bilmelidir ki, bu rezil sıfat, birçok rezail ve kötülüklerin tohumu konumundadır. İnsanı ebedî felaket ve azabın kucağına düşürmede müstakil ve yeterli bir sebep olan sayısız meselelerin menşe ve kaynağı durumundadır. Bu fesadları hakkıyla anlar, dikkatle mülahaza eder ve ardından da Resul-i Ekrem ve büyük zatın Ehl-i Beyt’inden (salavatullahi aleyhim ecmain) varid ve menkul olan hadis ve haberlere müracaat edecek olursa, elbette ki, kendi nefsini ıslah etmeye niyetlenecek, Allah etmesin bu çirkin ve rezil sıfatın diğer aleme sirayet etmemesi için de kendini bu rezil sıfattan temizlemeye ve köklerini kendi nefsinden söküp atmaya çalışacaktır.

Bir zaman gelir de bu dünyevî-mülkî göz kapanır, berzah ve kıyamet sultanı zuhur edecek olursa, büyük günahlar ehlinin durumunun kendi halinden çok daha iyi olduğunu görecektir. Allah Teala, sahip oldukları nedamet veya Hakk Teala’nm fazlına varolan itimadları sebebiyle onları bağışlamıştır. Bu zavallı ise kendisini müstakil ve özerk kabullendiğinden, batınında kendisini Hak Teala’nm fazlından müstağni gördüğünden Allah Teala da onu hesaba çekecek, onu kendi isteği üzere adalet mizanı karşısına alacak ve Hakk için hiç bir ibadet etmediğini, tüm ibadetlerinin O’nun dergâhından uzak olduğunu, amel ve imanının da batıl ve değersiz olduğunu bildirecektir. Belki bizzat bunlar onun helaket, elim azab ve cahîmde (cehennem) ebedî olarak kalmasına sebep olacaktır. Allah Teala hiç kimseye adaletiyle muamele etmesin. (Belki lütuf ve merhametiyle davranacak ve muamele edecek olursa hiç kimse için bir kurtuluş yolu kalmaz. Hidayet imamları (aleyhimi’s-selam) ve büyük peygamberler dua ve münacaatlarında Allah’ın fazlını temenni ediyorlardı. Adalet ve hesapta münakaşa hususunda oldukça korku içinde idiler. Hakk dergâhının hasları ve masum imamların (salavatullahi aleyhim) dua ve münacaatları, kendi kusur ve taksirlerini itiraf ve hakkıyla ubudiyetten aciz olduklarının beyanıyla doludur. Öyle ki mevcudatın en efdali ve mümkünü’l-vücudun Allah’a en yakın olanı (Peygamberimiz (sav) çev.) bile, “Seni hakkıyla tanıyamadık ve sana hakkıyla ibadet edemedik” diye buyurmaktadır. O halde diğer insanların hali ne olacaktır bir düşün.

Evet onlar Hakk Teala’nın azametini ve mümkün’ün vacip ile olan nisbetini çok iyi anlamışlardır. Onlar biliyorlar ki, dünyadaki tüm ömürlerini ibadet, taat, hamd ve teşbih ile geçirecek olsalar bile Hakk’ın nimetinin şükrünü eda edemezler. Nerede kaldı ki, O’nun zat ve sıfatının hamd ü sena hakkını yerine getirebilsinler… Onlar biliyorlar ki, mevcudlardan hiçbirisi kendiliğinden birşeye sahip değildir. Hayat, kudret, ilim, kuvvet vesair kemallerin tümü O’nun kemal gölgesi altında bulunmaktadır. Mümkün ise fakir, belki salt fakirlik ve bağımlılıktır, müstakil değil. Mümkün’ün ne gibi bir kemali olabilir ki, onunla övünmeye ve diğerlerine üstünlük taslamaya kalkışsın! Ne kudreti vardır ki, amellerini diğerlerine gösteriş etsin. Onlar Allah’ın celal ve cemalinin arifleridir. Onlar ayan ve şuhûd ile kendi acziyet ve noksanlıklarını ve kemal-i vacib’i müşahede ediyorlardı. Ama biz zavallıların göz, akıl, idrak vesair müdrikatif cehalet, bilgisizlik, gaflet, kendini beğenmişlik ve kalbî ve kalıbî (organik) günahların hicab ve perdesiyle örtülü kaldığından Hakk’ın üstün ve kahir saltanatı mukabilinde arz-ı endamda bulunuyor ve kendimiz için bir istiklal ve değere kail oluyoruz.

Ey kendinden ve halikıyla kendisi arasında var olan nisbetten habersiz olan zavallı mümkün! Ey Maliku’l-Mülûk karşısında ne gibi bir sorumluluk ve görevi olduğundan gafil olan talihsiz mümkün! Bizler için birçok felaket ve bahtsızlığa sebep olan ve bizleri bunca zulmetler ve bulanıklıklara mübtela kılan da işbu cehalet ve bilgisizliktir. İşin bozukluğu baştan ve pisliği kaynaktandır. Bizim marifet gözümüz kör ve kalplerimiz ölmüştür. Bu da bütün bu musibetlerin sebebidir. Ama biz ıslah fikrinde dahi değiliz. Yarabbi, sen bizlere tevfik inayet eyle, Sen bizlere vazife ve sorumluluğumuzun ne olduğunu bildir, arif ve evliyanın kalbini dolduran kendi marifet nurlarından bize de nasib et. Kudret ve saltanat ihatanı bana da göster. Bizlere kendi eksiklik ve noksanlıklarımızı göster. Biz çaresiz ve zavallılara elhamdülillahi rabbi’l-alemin’in (ki biz tüm güzellik ve iyilikleri mahluka nisbet ediyoruz) manasını öğret. Sen kalplerimizi mahlûklardan hiç birisinin hamde layık olmadığına aşina kıl. Sen bizlere “Sana gelen iyilikler Allah’tandır. Sana gelen kötülükler ise nefsinden” (Nisa Suresi, 79.) hakikatini göster. Sen mübarek tevhid kelimesini bizim kasvetli ve bulanık kalplerimize sok. Biz hicab, zulmet, şirk ve nifak ehliyiz. Biz bencil ve kendini beğenmiş kimseleriz. Sen nefs ve dünya sevgisini kalplerimizden dışarı çıkar. Sen bizleri Allah’ı isteyen ve sadece Allah’a ibadet edenlerden eyle, “Şüphesiz ki sen her şeye kadirsin.”

Ucbun Menşeinin Nefs Sevgisi Olduğu Beyanında

Bil ki ucb rezilliği nefs sevgisinden kaynaklanmaktadır. Zira insan, nefs sevgisi fıtratı üzere yaratılmıştır. İnsanî tüm hataların ve ahlakî rezilliklerin menşeî nefs sevgisidir. İşte bu cihettendir ki, insan kendi küçük ve değersiz amellerini büyük olarak görmekte, bu vesileyle Hakk dergâhının iyileri ve has kulları arasında olduğunu sanmakta ve bu değersiz amelleri vasıtasıyla sena ve medhe layık bulunduğunu tasavvur etmektedir. Hatta bazen kötü ve kabih amelleri bile gözünde iyi ve güzel olarak tecelli eder. Eğer başkalarından kendi amellerinden daha iyi ve büyük ameller sudur edecek olursa, onlara yeterince ehemmiyet vermemekte ve daima halkın iyi amellerini kötülükten bir mertebeye tevil ve tevcih etmektedir. Öte yandan kendi çirkin ve uygunsuz işlerini ise iyilikten bir mertebeye te’vil etmektedir. Allah’ın kulları konusunda kötümserdir. Ama kendisi söz konusu olunca iyimser.. Bu nefs sevgisi vasıtasıyla, binlerce pislik ve Hak’tan uzaklaştırıcı kötülüklerle yoğrulmuş küçücük bir ameli karşılığında Hakk Teala’yı kendisine borçlu kabul etmekte ve rahmete mazhar olması gerektiğini hayalleşmektedir. Şimdi de kendi güzel ve iyi amellerimiz üzerinde tefekkür edecek olursak iyi olur sanırım. Bizlerden sudur eden ibadî amellerimizi biraz da olsun aklımızla ele alıp insaf gözüyle değerlendirelim.

O zaman da görelim bakalım bizler bu amellerimiz sebebiyle medh, sena, sevab ve rahmete mi müstehakız, yoksa kınama, ceza, gazab ve azaba mı? Ve eğer Hakk Teala bizim nazarımızda iyi olan bu ameller sebebiyle bizleri kahır ve gazab ateşinde yakacak olursa, bu yerinde ve adaletli birşey midir?

Ben şu anda sizleri, sormak istediğim şu soru hususunda hakem kılıyorum. Ve sizlerden -tefekkür ve teemmülden sonra da tasdik etmenizi istiyorum. Sualim şu: Eğer sadık ve musaddık olan Nebiyy-i Ekrem (sav), farzen sizlere dese ki: “Tüm ömrünüz boyunca ister Allah’a ibadet edin, O’nun emirlerine itaat gösterin, şehvetleri ve nefsanî istekleri terkedin, isterse de tüm ömrünüz boyunca O’nun emirlerinin hilafını yapın, nefsanî meyil ve şehvetleriniz doğrultusunda hareket edin, sizin ahiretteki derece ve mevkiniz açısından hiç farketmez, her iki surette de sizler necat ehlisiniz, cennete gideceksiniz ve azaptan emanda olacaksınız. Namaz kılın veya zina edin hiç farketmez. Ama Hakk Teala sizin kendisine ibadet etmenizi, medh-u senada bulunmanızı, şehvet ve nefsanî arzularınızı bu dünyada terketmenizi istemektedir. Buna karşılık olarak da sizlere hiç bir mükafat vadetmemekte, hiç bir sevab vermemektedir.”   Şimdi soruyorum, acaba sizler günah ve masiyet ehli mi olurdunuz, yoksa ibadet ve takva ehli mi? Sizler Hakk Teala’nın hatırı ve rızası için nefsanî lezzetleri kendinize haram kılar mıydınız? Sizler yine de müstehablar, cum’a ve cemaat hususunda bu kadar rağbetli olur muydunuz? Yoksa şehvetlere dalıp işret meclislerinde eğlence, müzik ve benzeri şeylerle mi meşgul olurdunuz?

Riyakârlık ve gösterişten uzak tam bir insaf nazarıyla düşünüp de öyle cevap verin.

Ben kendi adıma ve benim gibi olanlar adına diyorum ki masiyet ve günah ehli, itaati terkeden ve nefsanî şehvetlere dalan kimselerden olurdum. Bu neticeden de anlaşıldığı gibi, bizim tüm amellerimiz nefsanî lezzetler ile mide ve tenasül organımızı tatmin ettirmek içindir. Biz mideperest ve şehvetperest kimseleriz. Bazı lezzetleri terkediyorsak da bu daha büyük lezzetleri tatmak içindir. Nazarımızın veçhesi ve arzularımızın kıblesi şehvet güdülerimizi tatmin etmektir. İlahî yakınlaşmanın miracı olan namazı bizler cennet hurilerine kavuşabilmek için kılıyoruz. Namazlarımızın Hakka yakın olmakla uzaktan yakından bir ilgisi bulunmamaktadır. Emre itaat ile de bir ilgisi yoktur. Allah’ın rızasını gözetmekten binlerce fersah uzaklardadır.

Ey şehvet ve gazabını dindirmekten başka hiçbir şeyi düşünmeyen ve ilahî marifetlerden habersiz olan zavallı ve sefil! Zikir, vird, müstehablar ve vaciblerle amel, mekruhu ve haramları terketmek, güzel ahlakla ahlaklanmak ve kötü ahlaktan uzak durmak gibi amellerinin tümünü insaf terazisiyle tart. Yapmış olduğun bu amellerin hepsi de nefsanî şehvetlere ulaşmak, zümrütten tahtlara oturmak, güzel manzaralı kasırlarda sükûnet etmek, güzel ve zarif cennet hurileriyle oturmak, parlak ve ipek elbiseler giymek ve nefsanî arzulara nail olmak içindir. Acaba baştan sona bencillik ve nefisperestlikten kaynaklanan bu amellerin Allah için ve Hakka ibadet aşkıyla olduğunu söylemek yakışık alır mı? Acaba sadece ücret için çalışan ve “ben işveren için çalışıyorum” dediğinde herkesçe tekzib edilen işçiden ne farkınız var ki? Acaba, “ben sadece Allah’a yakınlaşmak için namaz kılıyorum” demekle yalan söylemiyor musunuz? Acaba sizin bu namazınız Allah’a yakın olmak için midir, yoksa cennet hurileri ve nefsanî şehvetlere nail olmak için mi?

Açıkça söyleyeyim ki, Allah’ın arif ve evliya kulları indinde bizim bütün bu ibadetlerimiz dahi büyük günahlardan sayılmaktadır. Seni zavallı seni, Hz.Hakk’ın (cc) huzurunda ve O’nun mukarreb meleklerinin önünde Hakk’ın rızasının hilafına hareket etmektesin. Hakk’a yakınlaşmanın miracı olan ibadeti bile nefs-i emmare ve şeytan için eda etmektesin. Buna rağmen kalkmış bir de utanmadan ibadetinde, rububiyet ve mukarreb meleklerin huzurunda onca yalan atıyor ve iftirada bulunuyorsun. Minnet etmeye kalkışıyor, ucb ve tekebbüre kapılıyorsun. Benim ve senin yaptığın bu ibadet ile en büyüğü riya olan isyan ehlinin günahlarının ne farkı var ki? Zira riya şirktir. Büyük bir günah olmasının sebebi de ibadetini Allah için eda etmediğindendir. Bizim bütün ibadetlerimiz salt şirktir. Biraz olsun ihlas ve hulus şekki dahi yoktur. Belki Allah’ın rızası (başkalarıyla ortaklık şeklinde dahi olsun) amellerimizde mevcud değildir. Tam tersine hepsi de şehvetler ile mide ve tenasül organının tatmini içindir.

Ey aziz, kadın için kılınan namaz -ister dünyadaki kadın olsun, ister cennetteki farketmez- Allah için kılman namaz değildir. Dünyevî veya uhrevî emel ve arzular için kılman namaz ilahî bir namaz değildir ve Allah’la hiçbir ilgisi yoktur. Öyleyse niçin bu kadar kabarıyor nazlanıyorsun, işveleşip tekebbür ediyorsun? Allah’ın kullarına hakaret gözüyle bakıyorsun, kendini Hakk dergahının has kullarından sayıyorsun? Zavallı seni, bizzat bu namazın yüzünden azaba müstehak ve yetmiş zer’alık zincire vurulmaya layıksın. Öyleyse niçin kendini alacaklı zannediyor ve kendin için bu alacaklı zannetme, tekebbür ve ucb sebebiyle başka bir azap daha hazırlıyorsun. Sen yapmaya memur olduğun amelleri yerine getir, ama bil ki amellerin Allah için değildir. Ve yine bil ki, Allah Teala seni kendi fazl ve rahmetiyle cennete götürecektir. Şirkin bir bölümünü Allah Teala kullarının zayıflığı sebebiyle onlar için bağışlamış, gufran ve rahmetiyle üzerine settariyet perdesini örtmüştür. Bırak da bu perde yırtılmasın. Adına ibadet dediğimiz bu kötülük ve günahlar üzerindeki Hakk ve gufran perdesi öylece kaladursun. Allah korusun sayfa çevrilir de adalet sayfası çıkacak olursa ibadetlerimizin kötü kokusu, günahkârların insanı helak eden günahlarının kokusundan daha az değildir.

Biz daha önce de Sıkketül-İslam Kuleynî’nin Kafî’de Hz. Sadık (as) senediyle Rasulullahdan naklettiği bir hadise işaret etmiştik. Şimdi de o hadisin bazı bölümlerini teberrük olsun diye aynı şekilde ibaresiyle naklediyoruz.

İmam Sadık (as) naklediyor ki, Rasulullah şöyle buyurdu: ‘Allah Teala Davud’a şöyle dedi: Ey Davud, günahkârlara müjde ver ve sıddıkları ise korkut. Davud arzetti: Nasıl olur da günahkârlara müjde verir, sıddıkları ise korkuturum? Allah Teala buyurdu: Günahkarlara müjde ver ki, ben tevbele-ri kabul ederim. Günahları ise bağışlarım. Sıddıkları ise korkut ki, amellerıyle ucba mübtela olmasınlar. Zira ki ben kullarımdan her kimi (lütfumla değil de) adaletimle hesaba çekecek olursam mutlaka helak olur.”(Kafi, C. 2., Kitabu’l-İman vel-Küfr, Babu’l-Ucb, 8. hadis.)

Sıddıklar günah ve masiyetten uzak ve pak olmalarına rağmen hesapta helak olduktan sonra benim ve senin halin ne olacak? Üstelik bunlar da benim ve senin amellerinin, helak edici ve aynı zamanda haram olan dünyevî riyadan an ve halis olduğu zaman söz konusudur. Hâlbuki riya ve nifaktan arı ve halis olan çok az amellerimiz var. En iyisi söylemeyelim de öylece kalsın.

Şimdi eğer ucb, tekebbür, naz ve işveye yer kalmışsa sen yine yapmaya devam et, ama insaf olarak artık utanma, mahcubiyet ve kusurlarını itiraf zamanıdır. Ciddi ve doğru bir şekilde eda ettiğin her ibadetten sonra Hakk Teala huzurunda attığın onca yalan ve yersiz olarak kendine verdiğin onca nisbetler yüzünden Allah’a tövbe ve istiğfar et. Acaba namaza başlamadan önce Hakk Teala’nın huzurunda, “hiç şüphem olmaksızın mabudumu tek tanıyarak, yüzümü gökleri ve yeryüzünü yaratana döndüm ve ben şirk koşanlardan değilim. Şüphesiz ki namazım ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin rabbi olan Allah içindir..” (Namaza başlamadan önce getirilen 7. tekbirden sonra okunan bir duadır ki, En’am suresinin 79 ve 162. ayetlerinden iktibas edilmiştir.) dediğin için bile olsa tevbe etmen gerekmez mi? Acaba gerçekten de nazar cihetiniz göklerin ve yerin yaratıcısına mıdır? Acaba siz müslüman mısınız yoksa müşrik mi? acaba, namaz, ibadet, hayat ve ölümünüz gerçekten de Allah için midir? Acaba namazda “Elhamdulillahi rabbi’l-alemin” dediğin için utanman gerekmez mi? Acaba siz hamd ve övgülerin Hakka mahsus olduğuna mı inanıyorsunuz, yoksa kullara mı?

Belki O’nun düşmanları için dahi iyiliklere ve güzel hasletlere kailsiniz. Acaba bizzat bu alemde de rububiyeti başkaları için sabit kıldığın halde namazda rabbu’l-alemin demen yalan değil midir? Tevbe etmen gerekmez mi? “Sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz” demekten utanmıyor musun? Acaba sen Allah’a mı ibadet ediyorsun yoksa mide ve tenasül organına mı? Acaba sen Allah’ı mı istiyorsun yoksa hurü’l-ayn’ı mı? Acaba sen gerçekten de Allah’tan mı yardım istiyorsun yoksa işlerinde nazar-ı itibara almadığın tek kimse Allah mı? Sen Beytullah’ı ziyaret etmeye giderken maksat ve maksudun Allah, istek ve arzun beytin sahibi midir ve kalbin şairin şu sözünü terennüm ediyor mu? “Evin sevgisi kalbime girmedi.” Sen şimdi gerçekten de Allah’ı mı istiyorsun? Hakk’ın cemal ve celal eserlerini mi taleb ediyorsun? Acaba sen mazlumların efendisi Hz. Hüseyin için mi yas tutuyor ve dövünüyorsun, yoksa kendi arzu ve emellerine kavuşmak için mi? Miden mi seni yas meclisleri düzenlemeye zorluyor? Şehvetlerine nail olma arzusu seni cemaat namazlarına katılmaya zorluyor. Nefsanî heva ve hevesler seni ibadet ve menasiklere doğru çekmektedir. Ey kardeş, nefs ve şeytanın hileleri hususunda oldukça dikkatli ol. Bilki bunlar, senin bir tek halis amelinin olmasını istemezler. Hatta Allah Teala’nın kendi fazlıyla kabullendiği bu halis olmayan amelinin bile menzile ulaşmasını arzulamazlar. Öyle birşey yaparlar ki bu ucb ve yersiz tekebbür sebebiyle tüm amellerini yok etmeye çalışırlar. Allah’tan ve O’nun rızasından uzaksın, cennet ve huru’l-ayn’a kavuşmamak da kolay birşeydir. Belki üstelik ebedi olarak kahır ateşinde de yanacaksın. Sen bu çürümüş ve kokmuş, eli kolu kırık riya,süm’a ve amellerin sebebiyle Hakk Teala üzerinde bir hakkının olduğunu mu zannediyorsun? Yoksa mahbub ve muhibler zümresine mi katıldın? Ey muhiblerin halinden habersiz olan zavallı! Ey muhiblerin kalbinden ve kalplerinin ateşinden habersiz olan zavallı! Ey muhlislerin yangısından ve onların amellerinin nurundan habersiz olan gafil ve çaresiz! Yoksa sen onların amellerinin de benim ve senin amellerin gibi olduğunu mu zannediyorsun? Yoksa sen Hz. Emiru’l-Mü’minin’in namazının bizim namazlarımızdan üstünlüğünün sadece “vele’d-dâllîn…” ayetini daha bir uzatarak okuması olduğunu mu zannediyorsun? Yoksa kıraati mi daha doğruydu. Yoksa rükû ve sücudu daha uzun, zikir ve virdleri mi daha çoktu? Veya O hazretin bizlerden ayrıcalığı bir gecede bilmem kaç yüz rekat namaz kılması mıydı? Yoksa Seyyi-du’s-Sacidîn’in (as) münacaat ve duası da bizim dualarımız gibi midir? O, hurü’l-ayn, armut ve nar için mi bu kadar ağlıyor, inleyip duruyordu? Onlara kasem, “ve innehu le kasemim azîm” tüm, melekler ve Rasulullah dışındaki nebiler hep birlikte elele verseler bile Emirul-Müminin’in bir tek la ilahe illallah sözünü söyleyemezler. Ali’nin (as) velayet makamına olan kısır marifetim sebebiyle toprak olsun başıma!

Ey aziz! Bu kadar da Allah lafını tekrarlayıp durma. Bu kadar da Allah sevgisinden dem vurma. Ey arif, ey sofu, ey filozof, ey mücahid, ey derviş, ey fakih, ey mü’min, ey muhafazakâr, ey zavallı bahtsızlar, ey nefsin heva ve hilelerine mübtela olan çaresizler, ey emeller, arzular ve nefs sevgisinin esiri sefiller, bilin ki hepiniz çaresiz ve zavallısınız. Hepiniz ihlas ve Allah’ı istemede oldukça uzaksınız. Kendi kendinize bu kadar hüsn-ü zannınız olmasın. Bu kadar da naz ve işve etmeyin. Kendi kalplerinize sorun bakın, Allah’ı mı istiyor yoksa benciliği mi? Muvahhid midir yoksa müşrik mi? Öyleyse bu ucblar da neyin nesi? Amelleriyle bu kadar iftihar etmenin manası da ne? Farzen tüm ayrıntı ve şartları doğru, şirk, riya ve ucbdan arı ve uzak bir amel bile olsa mide ve tenasül organını tatmin etmekten başka bir garizesi olmayan amelin ne değeri olabilir ki bu kadar gururla meleklere takdim ediyorsun? Halbuki bu amelleri gözlerden saklı ve gizli tutmak gerekir. Bu ameller çirkin ve feci şeyler cinsindendir. Dolayısıyla da insan bu amellerinden utanmalı ve saklı gizli tutmaya çalışmalıdır.  Yarabbi, şeytanın ve nefs-i emmarenin şerrinden biz zavallılar koşup sana sığınırız. Muhammed ve Ehl-i Beyt’i (sa) hakkı için sen bizleri şeytanın ve nefs-i emmarenin şerrinden kurtar.

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.